Ocak
2016, Kadıköy,
Bir
grup arkadaşımla Senaryo Yazarlığı kursundayız. Sevgili Filiz,
kurs merkezinin beşinci katındaki kafeteryada toplanmamızı
istiyor öğlen saatinde. Hikayeci kız Binnur ve bana sürpriz doğum
günü kutlaması hazırlamış arkadaşlar.
Pastalar kesiliyor, çaylar içiliyor, derken Filiz, uzun ve dar bir kutu hediye ediyor bana tüm arkadaşlarım adına.
Pastalar kesiliyor, çaylar içiliyor, derken Filiz, uzun ve dar bir kutu hediye ediyor bana tüm arkadaşlarım adına.
Kalem
olabilir diye açıyorum ama içinde çok güzel, gümüş bir mektup
açacağı var kutunun. Mutlu oluyorum bu güzel hediye ile, ama
hüzün de geliyor aynı anda. Hüznümü fark etmiş olmalı ki
Filiz, “Artık mektup gelmiyor ama, sana yakışacağını
düşündüm Hüseyin abi” diyor, mektup açacağı hediyesiyle
beni ilkgençliğime götürdüğünü bilmeden.
***
***
Nisan
1977, Tünel,
Okul çıkışında, Tünel meydanındaki Tuna Kafeterya'dayız.
Okul çıkışında, Tünel meydanındaki Tuna Kafeterya'dayız.
Ayşe'nin
annesi ve hoşlandığı çocuk arasında kalışını konuşuyoruz.
En
yakın arkadaşları olarak Faruk ve benden yardım istiyor
Ayşe.
Tostlar, çaylar ve keklerle uzayıp sürüyor sohbetimiz.
Tostlar, çaylar ve keklerle uzayıp sürüyor sohbetimiz.
Garson'un
getirdiği hesap adisyonu masada duruyor öylece.
Ayşe,
çantasını karıştırmaya başlıyor. Elini tutup, “Sen dur
bakalım.” diyor Faruk bana bakarak.
“Lütfen
hep birlikte ödeyelim.” diyor Ayşe.
“Olur
mu öyle şey? Biz hallederiz.” diyorum.
Ben,
Faruk ve Ayşe üzerimizde ne kadar para varsa döküyoruz masaya ama
halen eksik kalıyoruz. Uzaktan masamızı kesen garsonun yüzündeki
alaycı ifadeyi görüyor ve utanıyoruz.
“Ben
birazdan geliyorum.” diyerek kalkıp dışarı
çıkıyor Faruk.
Tünel'den
Taksim'e kadar, bütün İstiklal boyunca gülüyor Ayşe. “Bir
de bana hesap ödetmiyorsunuz öyle mi?” diye şakalaşarak.
Taksim'de
Ayşe'yi otobüsüne bindirip, İstiklal'i geri yürüyoruz Faruk ile
dertleşerek.
“Nerden
buldun oğlum parayı?”
“Sorma
yaaa... Gümüşçü bir dükkandan emanet aldım işte.”
“Nasıl?”
“Yahu
hani babama hediye edilen mektup açacağı vardı ya. İşte onu
bıraktım gümüşçüye.”
Henüz
tüm evlerde telefon yok. Bazı işyerleri bile telefon hattı
alabilmek için aylarca bekliyor. Şehirlerarası telefon görüşmesi
için saatlerce sıra bekleniyor santralda. Faruk'ların evinde
telefon hattı var o günlerde. Faruk'un babası, Sirkeci'deki Büyük
Postane binasında memur olarak çalışıyor uzun zamandır. Geçen
ay, takdir ediliyor ve Başmüdür kendisine PTT logolu gümüş bir
mektup açacağı hediye ediyor.
Faruk, babasına hediye edilen gümüş mektup açacağını, okulda hava atmak için almış o gün yanına. Gün boyunca sınıfta, arasına soktuğumuz mektup açacağı ile kesiyoruz katlanmış kağıtları.
Faruk, babasına hediye edilen gümüş mektup açacağını, okulda hava atmak için almış o gün yanına. Gün boyunca sınıfta, arasına soktuğumuz mektup açacağı ile kesiyoruz katlanmış kağıtları.
“Dün
size bir mektup açacağı getirmiş arkadaşım.”
“Evet,
şuydu galiba.” diyerek vitrini işaret ediyor dükkan sahibi.
Vitrinde
özel kutusu içinde duruyor PTT logolu gümüş mektup açacağı.
“Dün
arkadaşıma yardımcı olduğunuz için çok teşekkür ederim. Ben
paranızı getirdim ve mektup açacağını geri almak istiyorum.”
“Ne
kadar getirdin delikanlı?”
“Sizin
verdiğiniz kadar. Yüz lira yani.”
“Evet
yüz liraya aldım. Ama aynı fiyata satarsam dükkan kirasını
nasıl öderim?”
Anlıyorum
ki, daha fazla para istiyor adam. Ben de yüz lirayı zorlukla
toparlamışım. Mektup açacağını alıp, Faruk'a sürpriz
yapacağım.
“Abi,
bu arkadaşımın babasına müdürünün hediyesiymiş. Arkadaşım
evde çok zor durumda kaldı. Babası fark etmeden bu mektup
açacağını eve götürmesi gerekiyor. Biz öğrenciyiz ve fazla
paramız da yok. Lütfen bir kerelik bize yardımcı ol.”
“Bak
oğlum, ben burada ticaret yapıyorum. Sabahtan beri vitrinde gören
kaç kişi iki yüz lira verdi de vermedim onu. Ben dört yüz
istiyorum. Ama siz iki yüz getirin, söz size veririm. Kusura bakma,
başka bir şey yapamam.”
***
Haziran
1980, Muğla,
İl
Jandarma Alay Komutanlığı bölük yazıcısıyım.
Kaymakamlık,
Emniyet, Köy Karakolları, Köylüler, Halk derken, her gün onlarca
zarf geliyor bölük kalemine. Bölük komutanı Emniyet'ten gelen
bir zarfı soruyor ve acil götürmemi istiyor evrağı.
Kapalı
zarfı buluyorum. Zarfın üzerine kırmızı mürekkepli kayıt
kaşesini basıyorum önce. Gelen evrak defterine kayıt edip, öyle
götüreceğim bölük komutanına. Çekmecedeki mektup açacağı
yok oluyor sanki bir anda.
Aceleyle
açıyorum zarfı. Zarfın zamkına yapışmış resmi evrak da
yırtılıyor zarfla birlikte.
“Nedir
lan kel onbaşı, bu evrağın hali. Zarfta ve kağıttaki bu bantlar
nedir?”
“Postalar
yeni gelmişti, siz de acil isteyince komutanım!..”
“Böyle
mi açılır ulan zarflar. Yok mu oğlum sizin mektup açacağınız?”
“Var
da komutanım. Aceleyle bulamadım.”
“Siktir
git lan başımdan. Bir daha böyle evrak getirme bana.”
***
Mayıs 1983, Beyoğlu,
Bir
reklam ajansında radyo reklam programları hazırlıyoruz.
Program
sunucumuz Nejat Çetinok, reklam spotları arasında istek şarkılar
çalıyor. O yıllarda radyolarda neredeyse tüm şarkılar, “Hale,
Jale ve tüm mahalle”nin isteği şeklinde anons edilerek
çalıyor.
Her
gün çok sayıda istek mektubu geliyor ajansımıza. Her mektupta
ayrı bir şarkı isteği var. Her isteği karşılamak mümkün
değil doğal olarak. Nejat Çetinok sıklıkla, yeni uzunçalarını
çıkarmış dostu, Fikret Kızılok şarkıları çalıyor o
günlerde. Ben mektupları açıyor ve istek sahiplerinin isimleri ve
şehirlerini yazarak sıradaki Fikret Kızılok şarkısını
ekliyorum programa.
Çok
zarf gelince kolay açmak için bir mektup açacağı alıyoruz
ajansa.
Ben
programları yazarken mektupları açan Erşan o gün gelmiyor işe.
Mektup
açacağı Erşan'ın masasındaki kilitli çekmecede kalıyor. Benim
de başımdan aşmış işlerim. Zarfları tek tek elimle açmaya
vaktim yok. O gün, istek sahiplerini çeşitli şehir isimleriyle
tanıdık arkadaşlarımdan yazıyorum ve “Zaman Zaman”
şarkısını çalıyorum Fikret Kızılok'un.
Makara bantlara kayıt ettiğimiz programlar, TRT İstanbul radyosu denetiminden onay alarak iki gün sonra yayına giriyor radyolarda.
Programı
yazıp, stüdyo kaydını yaptığımız günün ertesinde, Erşan
elinde bir mektupla geliyor odama. “Abi, baksana şu mektuba.”
diye uzatıyor üzgün yüz ifadesiyle elindeki mektubu.
Mersin'den
genç bir kız yazmış mektubu. Cümleleri tam hatırlamıyorum ama,
özetle aile içinde gördüğü baskıdan sıkıldığını ve bu
hayattan bıktığını belirtiyor. İki gün sonra TRT Çukurova
Radyosunda yayına girecek programımızda, onun için Fikret
Kızılok'tan Zaman Zaman şarkısını çalmamızı istiyor.
Mektubunun altına da büyük harflerle önemli bir not yazıyor.
“Eğer siz de beni dikkate
almaz ve ismimi anons etmezseniz, programı
dinlerken hayatıma son vereceğim.”
“Nejat
abi, acil yardımına ihtiyacımız var.”
“Hayırdır
Hüseyin, nedir bu telaşın?”
Mektubu
okuyor ve hemen, o günlerde çalıştığı Milliyet Gazetesini
arıyor Nejat Çetinok. Gazetenin Adana Bürosuna, mektubu yazan
kızın ismini ve zarfın üzerine yazdığı adresini bildiriyoruz.
“Bürodan bir muhabir hanım, Mersin'e gitsin ve bu adresteki
kızı bulsun ve mutlaka yayından önce görüşsün” diyor
Nejat Çetinok.
Bir
gün sonra programın başlamasına on dakika kala herkesi ajansın
büyük salonunda toplantıya çağırıyor Nejat bey.
Tüm
ajans çalışanları salondayız. Ajans sekreterimiz Nesrin hanım
radyoyu açıyor ve “Gençajans Sunar” anonsu ile başlıyor
ve jingle müziği eşliğinde Mintax'la canım, mintax'la spotuyla
devam ediyor program.
İkinci
spota geçerken santral telefonu çalıyor ajansın. Nesrin hanım,
“Bir saniye lütfen Nejat beye aktarıyorum” diyerek Nejat
beye bağlıyor hattı. Nejat bey telefonun sesini dışarı vererek
açıyor hattı.
“Alo” diye zayıf bir ses var hattın öbür ucunda.
“Alo” diye zayıf bir ses var hattın öbür ucunda.
“Aslı,
merhaba. Ben Nejat Çetinok. Genç Ajans programından konuşuyorum
seninle.”
“...”
“Aslı,
duyuyor musun beni?”
“Nejat
bey, Aslı çok heyecanlandı. Sizi duyuyor ama konuşamıyor şimdi”
diye araya giriyor muhabir kız.
“Aslı,
ajansa gönderdiğin mektubunu okuduk ve sana özel bir yayın
yapalım istedik. Birazdan istediğin Zaman Zaman şarkısını
Fikret Kızılok senin için okuyacak. Ama şarkıdan önce bize bir
söz vermeni istiyoruz genç ajans olarak. Sıkıntılarından
kurtulacak ve mutlu olacaksın...”
“Söz
veriyorum” diyor o zayıf ses, ağlamaklı tonuyla.
“Söz
veriyorum ve çok mutluyum şu an. Sevinçten ağlıyorum...”
“Bir
gün olsun unutunca
Dışımda kalıyorsun
Oysa seni düşününce
İçime sığmıyorsun
Dışımda kalıyorsun
Oysa seni düşününce
İçime sığmıyorsun
Zaman
zaman o zaman
Zaman zaman o zaman
Zaman zaman o zaman
Gözlerimi
kapatınca
Yanımda oluyorsun
Seni öpsem,seni okşasam
Farkına varmıyorsun”
Yanımda oluyorsun
Seni öpsem,seni okşasam
Farkına varmıyorsun”
Kısa
bir sessizlik sonunda Fikret Kızılok ve gitarının ezgileri
eşliğinde göz yaşlarını silerek dağılıyor herkes odasına...
Hüseyin
Kekiç
İçimi parçaladın yine 😢😢😢😢
YanıtlaSilTeşekkürler :)
SilYüreğine sağlık. Harika bir öykü👏👏
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim. :)
Sil