Yeni
bir şiir kitabı çıktı geçtiğimiz günlerde. Büyük marka
sponsoru olmadan ve parlatılmış tanıtım etkinlikleri yapılmadan.
Sessiz, sedasız, kendi halinde ve öylesine...
Beni
tanıyan dostlarım bilirler. Okuyup beğendiğim kitaplar ve o
kitapları yazan şair-yazar dostlarım hakkında bir kaç cümle
yazar ve görüşlerimi paylaşırım.
Bu
kez bir ilk oldu. Okumaya yeni başladığım "3'ncü Eski"
şiir kitabının önsözünde kaldım, çıkamıyorum.
Önsöz
-
Şiire, şaire ve şair(e), vesaire -
Kısım
1.) Giriş ya da “Destur” niyetine
Öyledir...
Yıldızların
karanlıkla kucaklaştıkları vakitte, bir çoban kavalına sığınmış
yitik bir ağıda benzerken gece, kadim çağların sırrını
taşıyan bir rüzgâr dokunup asırlık bir çınarın kalabalık
dallarına; “kün” ile başlayıp “ikra” ile devam eden bir
gizi fısıldar usul usul. Buğulu sesinin tınısına kapılan taze
tomurcuklar kopar annelerinin şefkatli ellerinden ve yavaş yavaş
süzülüp konar toprağın bereketli kollarına. Sis çöker
apansız, bir yağmur çiseler ince ince, tomurcuklar filize, filiz
meyveye durur. Bir beden var ederken kendini başka bir bedenden
koparak, yeni evlatlar doğar yeşeren dallarından.
Kimine
“kâğıt” denir, kimine “kalem”.
Ve
aynı annenin evlatları, bir kez daha buluşur gizli bir öznenin
hüzünlü gölgesinde.
Adı
bir dua ile kulağına üflenir.
Öyledir...
Parmakları
tütün gözleri hasret kokan bir uykusuz düş görürken gündüz
vakti, bir martı simidini düşürürken denize, su yutarken bir
balık, bir yalnız göğe batırırken kirpiklerini ve kararırken
gün aniden; bir sahil kasabası Eylül'e, Eylül güze, güz hüzne,
hüzün yağmura döner yüzünü.
Bir
kaç damla düşer kâğıda, adı "şiir" konulur.
Öyledir...
Spartaküs'ün
kollarında kırılan zincir, kuşatılmış bir kentte dalgalanan
son bayrak, Pir Sultan'a dokunan gülde diken, Kızıldeniz'de asa,
Filistin'de patlamamış el bombasıyla top oynayan çocuk, siperde
mermisi tükenmiş asker, mezarda dua bekleyen ölü, yağmurlu bir
gecede bulutlara direnen yıldız, çölde vaha, denizde liman,
kaleme kâğıt, kâğıda derttir şiir...
Öyledir...
Bağlamada
umudu, rahlede Kuran'ı, ezanda felahı, bir anne duasında huzuru
aramak, huzuru bulmak, huzuru anlatmaktır şiir.
Bu
yüzdendir herkesin aynı harflerle başka şeyler yazıyor olması.
Bu
yüzdendir herkesin herkese ve her şeye dair görünmesi.
Ve
bu yüzdendir herkesin kendine şair görünmesi.
Oysa
hiç kimsedir şiir aslında ve herkestir çokça.
Öyledir...
Çalmayan
zil, açılmayan kapı, dönülmeyen yol, kapanmayan yara, özlenmeyen
dost, bestelenmemiş şarkı, basılmamış kitap, öpülmemiş
dudak, edilmemiş yemin, tutulmamış söz, girilmemiş sokak,
çıkılmamış yokuş, görülmemiş düş ve vakitsiz ölüştür
şiir.
Öyledir...
"Belki"dir,
"keşke"dir, "iyi ki"dir "olsun"dur ama
"öyle"dir işte.
Öyledir...
Kısım
2.) Şiirin “-de” hali ya da “ekmek ve su” üzerine
Dediler
ki; uğuldayan bir rüzgâr, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur
ve deli bozuk bir aşkla sevdasını arayan göğün iç çekişidir
şiir.
Dediler
ki; kirpiğin gözyaşına teması, bükülmüş bir dudaktan dökülen
kırgın bir “elveda”, mağrur bir “git” ve yorgun bir “hoş
geldin”dir şiir.
Dediler
ki; çölü murat, dağı Ferhat, aşkı Şems, kuyuyu Yusuf, Yusuf’u
Züleyha kılandır şiir.
Yokluğun
en saf halini özlemin en koyu haliyle yaşatan, kömür karası
hüzünleri süt beyazı kâğıtlara nakşettirendir.
Üzerinden
binlerce yıl geçmesine rağmen nesilden nesile aktarılan bir
deyiş, anlatılan bir sevda, destanlaşan bir aşk ve hayatın ta
kendisidir şiir.
Ekmek
kadar, su kadar, tuz kadar, yanağından gayrı tüm evreni
bölüşebileceğin yârin kadar değerli, uğruna dağları
delebileceğin bir sevda kadar kutsaldır şiir.
Ya
da öyleydi.
Çünkü
kimse önemsemiyor gibi nicedir İbrahim’i yakmayan narın içten
içe nasıl yandığını.
Kimse
hissetmiyor gibi kör kuyularda sabrı ilmik ilmik işleyen gül
yüzlü Yusuf’un sabrın taşını çatlatan sabrının kudretini.
Kimse
tanımıyor Şems’i ve asıl yangının ne olduğunu.
Kimse
sormuyor Taptuk Emre Dergâhının ne yana düştüğünü.
Kimse
bilmiyor artık memleket meselesi nasıl anlatılır şiirle.
Ve
kimse susuzluktan bitap düştüğümüzü, açlıktan ölecek gibi
olduğumuzu anlamıyor şiirsizlik yüzünden.
Ne
kadar kalabalıklaşıyorsak o kadar yalnızlaştık biz de kendi
şiirimizin yarım kafiyeleri içinde.
Sesimi
duyan var mı?
Kısım
3.) Yüz kırk karakter üzeri şiircilik ya da “Facebook
şairciliği” üzerine
Tam
yirmi dokuz harfti aslında alfabemiz. Yumuşak olması dışında
dilimizde hiçbir kelimenin onunla başlamaması gibi bir özelliği
de olan “Ğ” harfi de dâhildi bu mevcuda ve hiç yabancılık
çekmedi diğer öznelerin arasında gizli özne olarak dolaşmaktan.
Tam
sekiz “ünlü” harfi vardı güzel alfabemizin. Ünleri sıra
dışı gibi görünen ama oldukça sıradan özelliklerini renkli
ekranlarda sergileyen son derece ünsüz ve fakat son derece ünlü
adayı insanlardan daha ünlüydüler.
Tam
da sıra dışılıktan dem vururken düşüverdi tüm ünlülerin
ünleri aslında. Benim gibi kırklı yaşlarının başında olan
biri için birikebilecek çok sayıda hatıra, yetişebilecek çok
sayıda teknolojik gelişme, mektubun faksa, faksın e-postaya,
e-postanın MSN’e, MSN’in Whatsapp’a, haberleşmenin cep
telefonuna, selamlaşmanın Facebook’a, bilgi alışverişinin
Twitter denen iletişim araçlarına baş döndürücü bir hızla
devrini görebilme lütfunu bahşetti hayat bana ve bize.
Ve
tam da o arada ıskaladık hemen arkamızdan koşar adım gelen bir
neslin, olmazsa olmazımız olan bir dili nasıl kullan(ma)dığını,
nasıl yok saydığını, nasıl “nasılsın?” temenni
içerikli sorusunun “nslsn”a döndüğünü ve şiir denen
o harikulade şeyin yüz kırk karaktere sığdırılıp nasıl
karaktersizleştirildiğini ve bir kenar mahalleye atılmış gibi
sokaklara düşürülüp #şiirsokakta haline
getirildiğini.
Şiiri
sokakta bulan bir neslin aşkı da sokakta bulunup orada tüketilip
orada bırakılabileceğini düşünmüş olmasının tehlikesini
ıskaladık, görmedik, göremedik, görmek istemedik belki.
Tam
da bu yüzden işte, kimse üç ay önce yazdığı şiiri kimin
gözlerine bakarak yazdığını hatırlamıyor.
Tam
da bu yüzden işte o an aklına geleni karalayıp cep telefonuna
sığmış bir dünyaya gönderdiği an altına iliştirilmiş
“beğen” butonunun sahteliğinden öteye geçemiyor.
Tam
da bu yüzden işte bu devir bir Nazım Hikmet, bu devir bir Necip
Fazıl, bu devir bir Yunus Emre, bu devir bir Pir Sultan var
edemiyor.
Ama
olsun, 143 kişi beğendi şiirimi.
O
bana yetiyor.
Kısım
4.) Yazılı edebiyatın internete devri ya da “sakatat kültürü”
üzerine
Bilen
bilir, cebinde küçük not defterleri ve mavi tükenmez kalemleri
eksik olmazdı bir dönem şairlerinin. Bazısı hâlâ taşısa da
kâğıdını kalemini yanında, kocaman parmaklarımızla parlak bir
ekranda beliren küçük harflere sığdırmaya başladık nicedir
sevdalarımızı, özlemlerimizi, duygularımızı, şiirlerimizi.
Bilen
bilir “klavyeyle ekrana bakarak şiir yazamıyorum ben, kâğıt
kalem olmadan şiir mi yazılır?” kuşağının el yazılarının
ne kadar güzel olduğunu ve son birkaç yıldır kendi el yazılarını
bile tanıyamayacak kadar teknolojiye yenik düşüp küçük
ekranlara parmaklarıyla dokunarak şiir yazmaya başladıklarını.
Bilen
bilir, kareli harita metod defterlerine karalanmış, sonra büyük
bir itina ile tertemiz bir sayfaya yeniden yazılmış şiirlerin o
mağrur ve dik duruşunu ve son on yıldır kullanıcı adı ve
şifreyle girilen sitelerde nasıl da zamana ve onun hızına yenik
düştüğünü.
Bu
yüzdendir şiirin boynunun bükülüşü, bu yüzdendir yüreğin
kırgınlığı ve sanki bu kırgınlığa deva olacakmış gibi
yarım ağız dillendirilen “yüreğine sağlık”
temennileri.
Oysa
her “yüreğine sağlık”, bir önceki sağlık dileğini
öteleyen bir hal alalı, “bak şiirini okudum, bize de
bekleriz” temennisi olmaya başlayalı çok zaman oldu. Çok
zaman oldu şiirin “okunurmuş gibi” yapılıp “beğenirmiş
gibi” beğenilmesine. Çok zaman oldu bir kirpiğe, bir bakışa,
bir al yanağa, bir edalı yürüyüşe şiir yazılmayalı. Bu
yüzdendir “Garipçiler”in garip kalışı, “Beş
Hececiler”in altıya çıkmayışı, içinde bulunduğumuz
yüzyılın kendi üstadını yaratamayıp sanaldan her gördüğüne
“üstad” sıfatını yapıştırmayı marifet sayışı.
Neyse,
ne diyorduk?
“Yüreğinize
sağlık...”
Kısım
5.) Sonsöz ya da “Eyvallah” niyetine
Hâsılı,
öz evladıdır şiir edebiyatın; başka anneden doğmuş gibi
davranılan.
Öz
vatanıdır bir mültecinin; kimliği başka bir ülkenin nüfus
kütüğünde kayıtlı olan.
Öz
geçmişidir bir yalnızın; kalabalıklara yüksek sesle, beraber ve
solo halinde okunan.
Öz
kaynağıdır tüm hüzünlerin; bir mısra içine bin hasret
sığdırılan.
Yağmurda
da güneşte de sığınılacak tek limandır şiir.
Bir
bebeğin ilk çığlığı, bir annenin tek evladıdır. Gurbette
söylenen sıla türküsü, dumanında efkârın dağıldığı bir
sigaranın ilk nefesi, sevdalıdan gelen bir mektubun açılmamış
zarfı, taze demlenmiş çay, yeni açmış bir tomurcuk kokusu, bir
sabah vakti dallara düşmüş çiy tanesidir şiir.
Bilinmeyen
bir diyarın gizemli haritası, görülmemiş bir düşün uyurken
yorumlanmış halidir.
Çoktur,
heptir, sendir, bendir, bizdir şiir.
İyi
ki öyledir.
Öyledir...
(Yavuz
Doğan – 3'ncü Eski – Regulus Yayınevi)
Değerli
kitap dostlarım, böyledir işte benim hâlim, ve bu hâlimi sizler
de bilin istedim... Hani şiirler mi diyorsunuz? Haydi kitapyurduna
ne bekliyorsunuz... :)))
Kitap
dostlarıma bin selam ile,
Hüseyin
Kekiç – 29.02.2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder