Edebi Mektup Türü ve Anı Öykü İçinde Karakter Tasvirlerim

Il Postino (Postacı) Filmi karakterlerinden Beatrice Russo, filmde geçen olaylardan yıllar sonra, Hollanda'da yaşayan bir Türk kızı Güneş'e yazdığı mektubunda hem kendisini hem de aşık olup evlendiği Mario Ruoppolo'yu tasvir etmektedir.

*


Sevgili Güneş kızım,
Sana denizdeki dalgaların ve yüksek kayalar arasında esen rüzgarların sesleriyle ulaştım desem hatırlar mısın beni? Hiç sanmıyorum. Oysa, ben seni çok iyi hatırlıyorum. Hayır, hayır!.. Hatırlıyorum demem yanlış oldu. Zira unutulmayanlar hatırlanmaz ki.

Johan getirmişti seni bizim yoksul balıkçı adamıza. Sevimli, küçük bir genç kızdın o günlerde. Sen “Vatanıma döneceğim” diye sevinirken, Johan, ait olduğun ve yaşadığın yerde kalmanın doğru olacağına ikna etmeye çalışıyordu seni.

Belki de, sessiz ve sakin adamızda, seni yaşadığın yerde kalmaya ikna edebileceğini düşünmüştü Johan. Kim bilir. Sanırım şimdi hatırlamışsındır beni. Eğer halen hatırlamadıysan İtalya diyeceğim sana. Cala di Sotto diyeceğim. Geniş taş avlu içinde, küçük tahta masalar ve sandalyeleriyle, Vino L Cucino barındaki kırmızı şarap diyeceğim. Peki Güneş, bunları unutmuş olabilirsin. Ama haylaz bir kız çocuğu gibi koşarak, birinden üst katlara çıkıp, diğerinden avluya indiğin, geniş avlunun iki yanından kıvrılan, yüksek beton merdivenleri unutmuş olamazsın. Merdivenlerin duvar kenarlarına bırakılan balon tekerlekli bisikletleri de...

Evet Güneş, benim!.. Beatrice teyzen...

Hani kırmızı şaraplı sohbetlerimizde, Johan bana iltifatlar eder, ileri yaşıma rağmen kalem gibi kaşlarım ve kocaman siyah gözlerim olduğunu söylerdi. Gülüşürdük birlikte. Johan'ın iltifatlarından mı, yoksa fazla kaçırdığım kırmızı şarabın etkisinden mi bilmiyorum, çok eskilere gençliğime gider, dans ederdim akordiyon ezgileriyle. Sonra uzun dalgalı saçlarımı savurup enseme, Mario'nun bana aşık olduğu günleri anlatırdım Johan'a, sen yorgunluktan uyurken yanımızda.

Ahhh Mario...
Yoksulluğu yüzüne, balıkçı ağlarının hüznü ellerine çizilmiş, adamızın okur-yazar köylüsü. Biliyor musun Güneş, başında postacı şapkası ve omzunda çantasıyla, bizim barda ilk gördüğümde çok çirkin bulmuştum onu. Üzerimde tüm gerdanımı ve dolgun göğüslerimin yarısını dışarda bırakan, açık yakalı ve renkli bir elbise ile yalnızlıktan canım sıkılmış, tek başıma langırt oynuyordum barda. Elindeki mektup zarflarıyla beni izlemişti bir süre. Gelip benimle oynamasını işaret ettiğimde, dağınık, dalgalı ve kirli saçları, ince kaşları, çukura kaçmış kara gözleriyle uzun uzun bakmıştı bana. Ben langırt oynarken, ince uzun boyu ile gerdanıma ve iri göğüslerime bakmış, kuru ve çatlamış ince dudakları, büyük ve yassı kulakları, sivri elmacık kemikleri, çökmüş yanakları, sivri burnu ve ince sivri çenesiyle yalnızca beni izlemişti. Oysa, beni izlemek yerine, kendini oyuna verse, ince, uzun kolları oyunu kazanması için yeterliydi.

O beni izledikçe, bacaklarımı dikleştirip, ince belimin altındaki kalçalarımı örten eteğimi sallayarak hem oyunu kazanmış, hem de Mario'yu etkilemenin keyfini çıkarmıştım. Hatta son oyunda topu dolgun dudaklarımın arasına alıp, ona uzattığımda, ince, uzun parmaklarıyla almaya korkmuş, kirli yüzündeki heyecanıyla bakmıştı bana.

Şimdi bu satırları okurken içinden geçen sözlerini duyar gibiyim sevgili Güneş.
Peki diyorsun! Senin gibi güzel bir kadın (ki sen ileri yaşımda gördün beni) nasıl oldu da bu çirkin ve yoksul balıkçı ile evlendi. Bu soruyu, iki yıl önce oğlum Paplito da sormuştu eğlenceli bir günün akşamında bana.

Oğlumuz Paplito, hiç tanımamıştı babasını.

O yıl çeşitli hileleriyle, Hiristiyan Demokratlar kazanmıştı seçimleri. Mario'ya
“Hamileyim” dediğimde heyecanlanmış,
“Sahiden hamile misin?” diye sorarak devam etmişti.
“Buradan gitmeliyiz. Bizi burada kimse anlamıyor. Çok cahiller. Şili'ye gidelim. Paplito orada büyüsün ve şiirle yetişsin.” demişti.

Aşık olduğum adam, Mario Ruoppolo, komünist Pablo Neruda'nın adamıza sürgün geldiğinde, bisikletiyle mektuplarını taşıyan ve avuç içiyle sık sık burnunu silen yoksul bir balıkçıydı yalnızca.

Az önce anlattığım langırt oyunundan bir süre sonra, o çirkin postacı, yanında Pablo Neruda ile gelmişti barımıza. Şaire saygı ile sormuştum siparişini.

“Kırmızı şarap ve bir de kalem” istemişti şair. Sonra, yanında oturan Mario'ya dönüp,
“Sen ne istersin dostum?”
“Kırmızı şarap”

Şarapları ve kalemi masaya servis edip dönüyorken, şair Neruda, elimi tutarak, beklememi işaret etmiş ve Mario'nun elindeki defterin ilk sayfasına,
“Yakın arkadaşım ve yoldaşım Mario, kendi yazdığın şiirlerin var. Yazmak istersen, işte defterin... Pablo Neruda” yazıp imzalamıştı.
Hem utangaç, hem de gururlu Mario, ilk kez kendine güvenen gözleriyle o anda bakmıştı bana.

Sonraki günlerde Neruda ile yaptığı bir sohbetinde Mario, şaire mecazın anlamını sormuş.

“Bir şeyden bahsederken onu başka bir şeyle kıyaslamak” diye açıklamış şair ve bir örnek vermiş.
“Gökyüzü ağlıyor, desem ne anlarsın?”
“Yağmur yağdığını”
“İşte mecaz budur.”
“O zaman kolaymış. Neden öyle karmaşık bir adı var? Sayın Pablo, size bir sorum daha olacak. Şiirlerinizde okudum, 'berber dükkanının kokusu beni hıçkıra hıçkıra ağlatıyor' ne demek? Bir de 'bir insan olmaktan yoruldum.'demişsiniz. İnsan olmak neden yoruyor sizi?”
“Şiir açıklandığında sıradanlaşır. Açıklamalardan daha iyisi, her şiirin ortaya çıkardığı duyguları onu kavramaya müsait bir ruh tarafından bizzat tecrübe edilmesidir.”
“Ben de mecaz yazmak istiyorum. Nasıl yazabilirim?”
“Denizin kıyısından etrafına bakarak ve neler gördüğünü anlayarak git”
*
Eteklerimi avuçlamış, denizin kıyısında ve bacaklarım suda, uzaklara bakıp, dalgaların sesini dinlemiş ve yalnız olduğumu sanmıştım. Döndüğümde Mario'yu arkamda görüp şaşırmış ve gülümsemiştim.

“Gülümsemen yüzünde bir kelebek gibi yayılıyor.”
Önce utanmış, sonra gülmüştüm bu söze.

“Gülüşün bir gül gibi
Saplanan bir zıpkın gibi
Köpüren sular gibi
Gülüşün aniden gelen gümüşi bir dalga gibi”

Birinden duymuş olmalı ki teyzem, akşam sorguya çekmişti beni.
“O pasaklı postacı ne yaptı sana?” diye sorunca,

“Bana temiz bir kadının yanında olmaktan mutlu olduğunu söyledi. Benimle olmak, bembeyaz bir okyanusun kıyılarında olmak gibiymiş.”

Teyzem ısrarla bana dokunup dokunmadığını sormuştu.

“Sessizliğini seviyorum. Sanki yokmuşsun gibi duruyor. Sonra gözlerime bakmayı bırakıp bir süre hiçbir şey söylemeden saçlarıma bakmaya başladı. Düşünüyormuş gibiydi.”

Bunları söylerken farkında olmadan yatağıma yüzüstü uzanmış, hülyalara dalmıştım.

Teyzem, “Bir erkek seni sözleriyle okşamaya başladıysa, elleriyle daha ileriye gider. Sözler en kötüsüdür. 'Gülümsemen kelebek gibi uçuyor' diyen biri yerine, barda kıçını çimdikleyen bir sarhoşu tercih ederim” diyerek, bir anda elini uzatıp, göğsüme sıkıştırdığım kağıdı almış ve şair Neruda'ya şikayete gitmişti Mario'yu.

Teyzemin götürüp şair Neruda'ya okuttuğu o kağıtta,

“Çıplakken güzelsin
Çıplakken narinsin ada geceleri gibi
Saçında asmalar ve yıldızlar var
Çıplakken sadesin ellerinden biri gibi
Pürüssüz, dünyevi, küçük, yuvarlak
Saydam ayın çizgileri
Elmanın hatları
Çıplakken narinsin
Çıplak bir bugday gibi
Çıplakken büyük ve sarısın
Altın rengi bir kilisedeki yaz gibi”

Şair okuyup tebessüm edince, teyzem çıkışmış şaire,

“Mecazlarıyla yeğenimi fırın gibi kızıştırmış, tek sermayesi ayak parmakları arasındaki mantar olan bu adam. Göğüslerin iki ateş parçası oldu demiş. Yeğenimi çıplak görmüş”
“Bu yalnızca bir şiir”
“Hayır, şiir gerçek. Çünkü yeğenim çıplakken aynı böyledir.”

Teyzem, evinden ayrıldıktan sonra şair Neruda, sevgilisi Matilde'ye yazdığı bu şiiri niye Beatrice'ye verdiğini sormuş Mario'ya.

Bu mecazlardan ve mektuplardan bir süre sonra koridorda otururken rahip gelmişti yanımıza,

"Çocuklar, komünist olmayan iyi birini bulun. Neruda tanrıya inanmıyorsa, tanrı neden ona inansın.”
Mario kızmıştı rahibe,
“Tanrı bir komünistin şahit olamayacağını söylememiş. O zaman evlenmem.”

Mario'ya baktım, öyle üzgündü ki, Neruda'nın şahit olması, onun karısı olmamdan daha önemliydi onun için.

Şair Neruda'ya Şili'ye dönebileceği haberini veren mektup, bizim barda, bütün adalı dostlarımızla eğlenceli bir düğünde, akordiyon eşliğinde ilk dansımı Neruda ile yaparken gelmişti. Neruda açıp herkese okumuştu ve bize mutlu bir ömür dileyip, dönmüştü vatanına.

Mario, şairin gidişine bağlamıştı Hiristiyan Demokratların seçimi kazanmasını.
Mario, aylar sonra, bir komünist gösteride, adının anons edilmesiyle, yazdığı bir şiiri okuması için sahneye yürürken, bir ayaklanma olmuş. Polis kalabalığın arasına girmiş. Mario orada mahsur kalmış. Önce elindeki şiir yazılı kağıdı, sonra Mario düşmüş yere. Gitmesini istememiştim ama beni dinlememişti. “Pablo benimle gurur duyar” diyerek gitmişti.

Oğlumuz Paplito, Mario'nun ölümünden birkaç gün sonra doğdu ve babasını hiç göremedi.

Sevgili Güneş,

Bunları sana yazıyorum, çünkü Johan aradı beni. Geçen hafta ona bir mektup yazmışsın. Vatanında ilk zamanlar zorlansan da şimdi mutlu ve huzurlu olduğunu yazmışsın.

Biz de oğlum Paplito ile mutlu ve huzurluyuz adamızda. Mario'yu özlüyorum arada. Tıpkı Johan'ı ve seni özlediğim gibi.

Demişsin ya Johan'a mektubunda,

Eğer bu mektubu okuyorsan başını kaldır ve gökyüzüne bak. Ben burada bana göz kırpan yıldıza el sallıyor olacağım ve umarım bir gün yollarımız kesişir.”

Ben ve Paplito birlikte bakacağız bu gece gökyüzündeki o yıldıza.

Yıldızlarda buluşmak dileğim ve sevgilerimle...

Beatrice Russo

Hüseyin Kekiç – Senaryo Yazarlığı kursunda karakter tasviri ödevi için yazılmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder