Umudun Ankara Güncesi

Dördümüz aynı anda ıslık sesine döndük. Sıhhiye meydanı Hitit heykelinin karşısında dost bir el sallanıyordu.

“Mehmet abi geliyor” dedi Murat.
 
Yaklaşık on dakika olmuştu Sıhhiye meydanına geleli. Her birimiz başka bir yöne ve uzaklara bakarak dostlarımızı görmek istiyorduk. Duyduğumuz bu ıslık Ankara’da dostluğun ilk sesiydi.

Meko hızla karşıya geçti. Kucaklaşıp tanıştık. Fatma da gelirdi birazdan.

 
Sabah İstanbul Kartal köprüsüne gittiğimde, yeşil parkası ve sırt çantasıyla Murat ve yanında kıvrım kıvrım sarı saçlarıyla Eylem bekliyorlardı. Camı açıp selamladığımda Murat etrafına bakınarak
 
“Yavuz’u bekliyoruz, daha gelmedi” dedi.
 
Oysa Yavuz, az ötede bir Murat’a, bir bana bakıp, sinsi sinsi gülüyordu. Aslında onu bu kadar erken beklemiyorduk. Yavuz’du işte, yine şaşırtmıştı bizi. Hemen yola çıkmak istiyorduk. Ama bu, o kadar kolay değildi. Yavuz, önce sigarasını bitirecekti. O sigarasını emerken Murat ve Eylem arabaya bindiler.

Bolu tüneli öncesinde acısı bol, sıcak çorbalarımızı içerken başlamıştı telefonlar çalmaya.

“Bolu tüneline girmek üzereyiz“ diyordu Eylem bizi bekleyenlere. Ve hep aynı cevabı alıyordu.

“Dikkatli gelin ve Ankara girişinde bizi arayın“

Cankurtaran geçidindeki Kaya gölü kenarında sohbet edip, fotoğraflar çektikten sonra Ankara’ya girmiş, Sıhhiye meydanına gelmiştik işte. Murat Meko’yu, ben Gülenaz’ı aradım. İkisi de olduğumuz yerde beklememizi istedi.

Az sonra Fatma Şahin de gelmişti. Necatibey caddesi üzerindeki bir otoparka arabayı bırakarak yürümeye başladık. Ankara’ya ilk defa gelen Eylem’e semtleri tanıtarak Mülkiyeliler Birliği lokaline ulaştık.

Güleryüzlü, sevimli bakışlarıyla genç ve güzel bir kız karşıladı bizi. Mehmet, Ezgi Altun diye tanıttı bu güzel kızı bize. Ezgi’nin arkasında beyaz saçlı, yakışıklı bir dost selamladı bizi. Ömer Faruk Hatipoğlu ve yanında Turhan Torun Güven’le tanıştık ayaküstü.

“Hemen yukarı çıkalım” dedi Ömer Faruk Hatipoğlu.

Üst katta cam kenarında uzun bir masanın etrafında sohbete başlamıştık. Ömer Faruk Hatipoğlu’na ne kadar genç ve karizmatik olduğunu söyledik sırayla. Az sonra Ozan Uyumlu katıldı aramıza. Hızlı tanışma sonrasında şiir, edebiyat dolu sohbet eşliğinde yemeklerimizi yedik. Hepimiz çok çabuk kaynaşmış, ısınmıştık birbirimize. Ömer Faruk hoca iltifatlarımıza karşılık zengin ikramlarda bulundu.

Artık ilk buluşma noktamıza geçebilirdik. On kişilik grup halinde Mithatpaşa caddesindeki “Kültür Mantarı” kafesinde yine uzun masa etrafında toplandık. Ömer Faruk hoca, çok ince bir duygu ile hepimiz için çok güzel el yazısıyla özenle hazırladığı şiirlerini imzalayarak dağıtmaya başladı. Biraz sonra Deniz Dalbudak ve eşi Çiğdem Dalbudak katıldı aramıza. Her gelen yeni bir heyecan katıyordu toplantıya.

Müslüm Kabadayı, sakin duruşu ve özenle seçilmiş sözcükleriyle “Yoğunluk” dergisi öykü atölyesi çalışmalarını anlattı bizlere. Çaylar içilirken nihayet yorgun ve telaşlı haliyle Lokman Kurucu geldi. Onun gelişiyle ortam daha da şenlendi sanki.

Uzun şiir sohbetinin ardından müzik dinleyip halay çekeceğimiz “Adres Bar”a geçtik. Ankara’lı dostlarımız her şeyi önceden planlamış ve sahnenin en önündeki uzun masa bizler için ayırtılmıştı. Ancak, bu masaya sığamadık ve sahnenin yanında daha uzun bir masaya oturduk. Türküler eşliğinde sohbet etmeye çalışıyorduk. Zira, ses kolonları hemen yanıbaşımızdaydı ve birbirimizi duymak oldukça zordu. Lokman tam karşıma oturmuştu. Şiir dilini çok beğendiğim Lokman’la sohbet fırsatı çok iyi geldi bana.

Sohbetin ve türkülerin arasında sevimli bakışlarıyla İbrahim Engin geldi aramıza. Üstelik baskıdan yeni çıkmış “Ortanca” dergisinin Aralık sayılarıyla birlikte. Ön tanışma faslından sonra, yine şiir ve edebiyat sohbetine başlamıştık. Ancak, sahnedeki müzik sesi sohbet etmemizi zorlaştırıyordu. İbrahim Engin, daha sessiz olacağını söyleyerek Ankara Kalesi içinde başka bir mekana gitmemizi teklif etti. Bir anda hızla hesaplar ödendi ve kendimizi Adres bardan çıkmış bulduk. Bu kararımız en çok Eylem ile Ezgi’yi üzmüştü. Zira, onlar birlikte halay çekmeyi planlamışlardı. Biz büyükler, gençlerin bu planlarını istemeden de olsa bozmuştuk. Aşağı indiğimizde Ezgi’nin yeni mekana gelemeyeceğini öğrendiğimizde ise çok üzüldük.

Hızla iki arabaya pay edilerek Kale içindeki “Zenger Paşa Konağı”na gittik. Girişte müze halinde düzenlenmiş bölümleri gezip fotoğraflar çektikten sonra üst kattaki yemek salonuna girdik.

Yine uzun bir masa hazırlanmıştı bizler için. Gençler cam tarafına, biz genç kalanlar ise masanın başına oturduk. Bu salonda fasıl müziği yapan grup masalar arasında dolaşıyordu. Bize ayrılan masa salonun girişinde olduğu için, müzik sohbet etmemize engel olamadı bu kez. İbrahim Engin, Ömer Faruk Hatipoğlu, Turhan Güven, Murat Yanç, Yavuz Doğan, Mehmet Korkmaz ve ben soluksuz sohbetler ettik uzun süre. Arada genç arkadaşlarımız da katıldı sohbete, ya da bizler katıldık genç arkadaşlarımızın sohbetine. Bir ara Yavuz, Lokman’ın kitabından şiirler okudu. Hepimiz şiirleri beğendiğimizi söyleyince Lokman’ın yüzü mahçup ve mahzun bir hal almıştı.

Bu mahçup yüzlü şair, daha sonra kendinden emin, özgüven dolu bir yüz ifadesiyle bizlerin konuştuğu konuyla ilgili görüşlerini paylaştı masadaki dostlarıyla. Hemen yanında oturan Meko’yu da konu mankeni olarak kullanmış, söylediklerinin daha net anlaşılmasını sağlamıştı üstelik.

Gecenin ilerleyen saatlerinde çıktık “Zenger Paşa Konağı”ndan. Herkesin yüzünde dostlarıyla bir arada olmanın sevinci görülüyordu. Arabalara binmeyi planlarken Lokman’dan bir türkü söylemesini rica ettim. Hiç nazlanmadı Lokman ve sakin bir ses tonuyla başladı söylemeye. Evet hissetmiştim, bu şair yürekli çocuk, güzel türkü de söyleyebilirdi. Ama bu kadar güçlü bir yorum yeteneği olduğuna inanamadık hiçbirimiz.

Kale içinde, otoparkta, ayaküstü hepimiz susmuş, Lokman’ı dinliyorduk. Aslında bütün gece ve bütün Ankara Lokman’ın dilinden dökülen bu içli kürt ağıdını dinliyordu sanki. Sessizliğin ortasında duru bir su gibi akıyordu Lokman’ın gırtlak nağmeleri.

GULİ

Kuri brina dile te ay guli 
Runiştiye ra nabe ay guli
Ano babo naden te ay guli
Ano babo naden te ay guli

Guli dü bın fekirı ay guli
Kelendü mü ji pre ay guli
Ano babo naden te ay guli
Ano babo naden te ay guli

GÜL

Çok derin  yarası yüreğinin
Oturmuş kalkmıyor ay gül
Annem babam vermezler sana ay gül
Annem babam vermezler

Gül, çok fakirsin diyorlar ay gül
Başlığım da çok be ay gül
Annem babam vermezler sana ay gül
Annem babam vermezler ...


Hepimizin gözleri dolmuştu. Çok mutlu olmuştum bu güzel gecenin finalinden. Sarıldım Lokman’a. Öptüm yanaklarından. Tabi ki aynı arabaya bindik onunla. İbrahim Engin, arabada müzik açmadı. Yol boyunca Lokman’ı dinledik. Hem de kendi özgün besteleriyle ve de, sevgili Ömer Faruk Hatipoğlu’nun güçlü dizeleriyle.

İstanbul’dan giden bizleri ve sevgili Lokman’ı konaklayacağımız yere bıraktılar dostlarımız. Sabah kahvaltıda birlikte olacağımızı bilerek çekildik odalarımıza. Yavuz, Lokman ve ben aynı odada kalacaktık. Ve Lokman, bize sabaha kadar türkü söyleyecekti.

Odaya girdiğimizde derin bir sohbetin içinde bulduk kendimizi. Hiçbirimiz yatmak uyumak istemiyordu. Sözcükler, dizeler uçuştular gece boyunca. Gözleri çok yorulan Yavuz, ışıkları kapatıp hadi yatıyoruz dediğinde sabah olmak üzereydi.

Lokman çok önemli bir işi nedeniyle erken saatlerde ayrılmıştı aramızdan. Sabah, Mehmet Korkmaz karşıladı bizi lobide. Daha sonra Ozan Uyumlu geldi bizleri kahvaltıya götürmek üzere. Biraz sonra da Ömer Faruk Hatipoğlu geldi.

Birlikte kahvaltı yapmak üzere çıktık hep birlikte. Turhan Torun Güven ve İbrahim Engin de katıldılar kahvaltıda aramıza. Yine çay, kahve eşliğinde uzun sohbetler ettik. Ozan’ın çok sevdiğim Kemal Dil ile aynı okulda öğretmenlik yaptığını duyunca, hemen aradım Kemal’i. Tabi ki Kemal Dil de kısa sürede geldi yanımıza. Dostlarımıza da, güzel sohbetlerine de doymuyorduk. Ama yolculuk vakti gelmişti.

Ankara’da olduğumuz iki gün içinde sevgili Ozan Uyumlu ve İbrahim Engin arabalarıyla ulaşım sorunumuzu çözmüşlerdi.

İstanbul’dan geldiğimiz araba, dün bıraktığımız otoparkta bizi bekliyordu. Dostlarımızla kucaklaşıp arabaya bindiğimizde, daha sık görüşmek hepimizin ortak dileğiydi.

Yol boyunca Murat, Yavuz, Eylem ve ben dostlarımızla tanışmış olmanın mutluluğunu paylaştık. Eylem, her fırsatta Ezgi ile halay çekemediği için üzgün olduğunu söyledi durdu.

İstanbul karanlıktı ve yağmur yağıyordu.

***

Hüseyin Kekiç – 07.12.2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder